2012 – 12 Ay – 12 Kitap

ARALIK

“Gabriel Garcia Marquez: Bir Ömür” // Gerald Martin

Marquez
Gabriel Garcia Marquez’le tanışmayanınız varsa, biliniz ki tamam değilsiniz. Hayatla ilişkinizin biraz fazlaca gerçekçi, biraz fazlaca ciddi olması kuvvetle muhtemel. Marquez’le tanışıp, hayatınıza biraz sihir enjekte etmesine müsaade ederseniz, emin olun, pişman olmayacaksınız. Lakin bu yazının konusu, 20. Yüzyılın en büyük yazarlarından birinin, Nobel ödüllü bir dehanın masallar diyarından seslenen kitaplarından biri değil. Bu yazı, bu şahane adamın hayatını, kendisine yakışır bir ustalıkla anlatan bir kitapla ilgili. Marquez’in nasıl Marquez olduğunu ortaya seren kitapla ilgili.
Gerald Martin’in yazdığı ve Haziran ayında ülkemizde de basılan “Gabriel Garcia Marquez: Bir Ömür” kitabı, Marquez’in üslubuyla yazılmış, masalsı bir Marquez biyografisi. Tam 17 yılda tamamlanan kitabı hazırlarken Martin, büyük yazarla öyle içli dışlı olmuş ki, Marquez’in dilinden yazılsa daha iyi olamayacak bir masal çıkarmış ortaya.
Marquez’e aşina olan, tüm kitaplarını okumuş kişilerin bir tür yolculuğa çıkacağı kitapla, herkesin işleneceğini bildiği bir cinayetin öyküsünü anlatan Kırmızı Pazartesi’nin aslında hangi olaydan söz ettiğini, meşhur Albay Aurelio Buendia’nın Marquez’in anlı şanlı dedesinin bir yansıması olduğunu, Yüzyıllık Yalnızlık’ın haşmetli Ursula’sının aslında Tranquilina Iguarán’dan esinlenildiğini, Macondo’nun, büyük yazarın çocukluğunu geçirdiği Aracata olduğunu, Kolera Günlerinde Aşk’taki halanın öyküsünün aslen Marquez’in teyzesine ait olduğunu keşfedecek, gülümseyerek bir ustayı usta yapan geçmişe tanıklık edeceksiniz.
“700 sayfalık bu kitap okumaya, vakit ayırmaya değer mi” diye soranlar olursa, izninizle kitabın yazarı Martin size cevap versin isterim:
“Eğer insanın kendi hayatının dörtte birini vakfetmesine değecek biri varsa, o da muhakkak, olağanüstü hayatı ve kariyeriyle Gabriel Garcia Marquez’dir.”

KASIM

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın // Jonathan Safran Foer

photo

Göz kamaştırıcı fikirlerle dolu, zeka fışkıran bir roman. Bunu ben söylemiyorum. New York Times söylüyor.

Bana göre ise, düşündürücü,çoğu zaman iç karartıcı ve zor bir roman. Tüm bu özelliklerine rağmen en severek okuduğum roman.

Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın bende “Saatleri Ayarlama Enstitüsü Sendromu”na yol açmıştı. Tıpkı Tanpınar gibi harika üslubunu keskin zekası ile birleştiren J. S. Foer da nasıl yazdıysa Oskar’ın hikayesini, kitaba belirli aralıklarla tam 4 kere baştan başladım. Çünkü Oskar’in hikayesine başladınız mi durmamalısınız. Sonuna kadar okumalısınız.

Acıklı olayları çocukların gözünden anlatmak yeni bir yöntem değil. Ama Oskar zaten öylesine bir çocuk da değil.

Kitapta Oskar’la birlikte bir çok insan var. Onların hayatları var. Acıları, neşeleri, kızgınlıkları var. Hani çok karakterli bir kitap okursunuz ve kitabin sonunda birçoğunu unutursunuz ya, bu kitapta öyle olmuyor. Yazar her karakteri sizin için büyük bir özenle görselleştiriyor. Hem bunu sadece kelimelerle yapmıyor.

Bu kitapta,

Üzgün bir çocuk var.

Hayatla ciddi sorunları olan insanlar var.

Fotoğraflar, grafikler, karalamalar var.

Altı çizili cümleler var.

Üst üste binmiş kelimleler var.

Bos sayfalar ve simsiyah sayfalar var.

Üstelik kitabin filmi de var.

Fragman (Tıkla İzle) 

(Film kitaptan kötü, kitap filmden kötü değil)

Son dönemin en yaratıcı genç kalemlerinde Jonathan Safran Foer Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın ile sizi çok özel bir çocuğun dünyasına davet ediyor. Tavsiyem bu daveti kabul edip,  kitabi okuyun ve mümkünse bunu bir çırpıda yapın…

Kitaptan:

” Istırabın bitişi ıstırabı gayri meşru kılar ve bu yüzden ıstırabın sonu yoktur.”

Son bir soru kırtasiye alışverişi yapmayı sevenlere gelsin: Renkli kalemlerle dolu bir reyonda seçtiğiniz kalemi denerken ne yazarsınız?

Siz de ismini yazanlardansanız, Siren Yayınları’ndan çıkan bu kitabi hemen okumalısınız.

EKİM

İngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından John Fowles’un birçok yayınevinden geri çevrilen ilk romanı Koleksiyoncu, yayımlanmasından neredeyse 40 yıl sonra bile bizi tutkularımız ve hayat hakkında düşündürmeye devam ediyor.

Koleksiyoncu, aynı zamanda kelebek koleksiyoncusu olan, belediye memuru Frederick Clegg ve âşık olup kaçırarak esir tuttuğu bir resim öğrencisi arasındaki ürkütücü ve bir o kadar da merak uyandıran garip ilişkiyi anlatıyor. Sorunlu bir çocukluk geçiren ve toplum tarafından dışlanan yalnız kahramanımız Frederick’in büyük ikramiyeyi kazandıktan sonra yaptığı ilk iş bu parayla kendine bir hayal dünyası kurmak olur. Ve bu hayal dünyasının ilk misafiri uzun zamandır takip ettiği genç ve güzel Miranda Grey’dir. Tutkularının ve fantezilerinin esiri olan Frederick’in sıkıcı ve rutin hayatından tek kaçışı arzuladığı şeyleri toplamaktır. Kelebekler de bunlardan biridir. Tıpkı topladığı kelebekler gibi, Miranda’yı da önceden hazırladığı korunaklı yuvasında hapis tutar, tıpkı kelebekler gibi Miranda’nın da “ölümsüz” ve “onun” olmasını arzular.

İlk kısmı Frederick’in ağzından anlatılan roman, ikinci kısmında Miranda’nın günlüğüne dönüşür. Akıl sağlığını korumak için kendini resme ve yazı yazmaya veren Miranda’nın günlüğünde Fowles’un büyüleyici psikolojik karakter çözümlemelerine ve etkileyici anlatım biçimine tanık oluyoruz. İkili arasında yaşanan, zaman zaman Stockholm Sendromu’nu anımsatan tuhaf ilişki her ne kadar romanın ana hikâyesini oluştursa da, Koleksiyoncu’yu salt bir psikolojik-gerilim romanı olarak görmemek gerekiyor. Çünkü kitap okuyucularına bundan çok daha fazlasını vaat ediyor. Alt sınıf – üst sınıf çatışmasına yapılan bir gönderme ya da, insan doğasında var olan sahip olma ve iktidar dürtülerinin çözümlemesi olarak da okunabilen roman, aynı zamanda John Fowles’un diğer kitaplarında olduğu da gibi okuyucularını “gerçeklik”i sorgulamaya ve dünyanın çifte gerçekliği olduğuna inanmaya zorluyor.

 

Kitaptan…

 

“…Yaşamının hüznünü hissediyordum, gerçekten, korkunç. Sefil halasının ve kuzeninin ve Avustralya’daki akrabalarınınkini de. O müthiş monoton, umutsuz ağırlığını da. Henry Moore’un II. Dünya Savaşı sırasındaki “blitz” denilen hava saldırılarında metroya kaçışan insanları betimleyen çizimlerini andırıyordu. Asla görmeyecek, hissedemeyecek, dans edemeyecek, resim çizemeyecek, müzik dinlerken ağlayamayacak, yeryüzünü, batıdan esen yeli duyamayacak insanlar. Orada asla gerçek duygular olmayacak.

Yalnızca içten gelerek söylenen şu iki sözcük. Sizi seviyorum.

Bütünüyle umutsuzluk dolu sözcükler. Bunu “Kansere yakalandım,” der gibi söylemişti.

Onun peri masalı.”

 

“…Bu akşam Caliban için üzüntü duydum. Ben gidince acı çekecek. Geriye hiçbir şey kalmayacak. Bütün cinsel nevrozları ve sınıf nevrozlarıyla, işe yaramazlığı ve boşluğu ile baş başa kalacak. Kendi arandı. Gerçekte üzgün değilim. Ama hiç üzülmüyor da değilim” 

 

EYLÜL

Sabahattin Ali’nin en büyük eserlerinden biri olarak gördüğüm Kürk Mantolu Madonna, farklı zamanlarda tekrar tekrar okunması gerektiğini düşündüğüm bir roman. Çünkü elinize her alışınızda karakterler ve olaylar hakkında farklı düşüncelere sahip olabiliyorsunuz.

Roman, insanların ölüm ve aşk karşındaki çaresizliğini çarpıcı bir dille anlatıyor. Raif Efendi ve Maria Puder arasında yaşanan bu aşk hikâyesini bir solukta okuyorsunuz. Sabahattin Ali’nin müthiş tasvirleriyle birlikte, zihninizde canlandırdığınız sahneler aşk, yalnızlık, ölüm, aldatma, yanılma, hesaplaşma gibi birbirinden derin kavramların içinde dolaşıyor.

Raif Efendi’nin sanata olan ilgisiyle değişen hayatı, bir resme duyulan aşk ve beraberinde yaşananların anlatıldığı Kürk Mantolu Madonna ‘yı okurken kendi iç dünyanızı da tekrar sorgulayacaksınız.

Kitaptan…

her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridordaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum “Kürk Mantolu Madonna”yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum. Sergi bekçilerinin ve birçoğu her gün orada bulunan ressamların artık beni bellemiş bulunduklarını fark etmiştim. İçeri girer girmez yüzlerinde bir tebessüm dolaşıyor ve gözleri bu acayip resim meraklısını uzun müddet takip ediyordu. Son günlerde diğer tabloların önünde oynamaya çalıştığım rolü de bırakmıştım. Doğrudan doğruya kürk mantolu kadının önüne gidiyor, oradaki sıralardan birine oturarak gözlerimi bir karşıma, bir de, bakmaktan yoruldukları zaman, önüme çeviriyordum.”

 

AĞUSTOS

İlk “Dublörün Dilemması” isimli romanıyla tanıdığımız Murat Menteş ikinci romanı olan “Korkma Ben Varım” ile de dikkat çekmiş olacak ki Türkiye Yazarlar Birliği tarafından roman dalında ödüle layık görülmüş.

İnsanın kafasını karıştıran, betimlemeleri tekrar tekrar okunan eğlenceli bir o kadar da yaratıcı  bir roman olan “Korkma ben Varım”, cin, gönül işleri bakanlığı,konuşan görünmez köpek gibi sıradışı, fantastik yan karakterleriyle de dikkat çekiyor.

Romanın macera-polisiye romanı kategorisine sokularak satılmasına, her cümlede birilerinin korkunç bir biçimde, inanılmaz bir hızla cinayete kurban gitmesine rağmen yine de bu roman iyi bir aşk romanı. Şebnem Şubimi’ye, hem Müntekim Gıcırbey’in yazdığı e-postalardaki aşkını anlatış biçimi, hem de Hayati Tehlike nam-ı diğer Enver Paşa’nın aşkı dillere destan olacak güzellikte. Yazarın günümüz aşklarını ironik bir biçimde eleştiren Gönül İşleri Bakanlığı kurumu da gerçekten çok yaratıcı bir kurum. Kusursuz bir kurguyla aşk, dostluk, intikam, yalnızlık, şiddetin ustaca harmanlandığı romanı belli bir kategoriye sokmak hakikaten zor.

Kitapta bir de Uykusuz çizeri Ersin Karabulut’un katkılarıyla oluşturulan 11 sayfalık bir çizgi roman kısmı var. Başka bir bölümde Ömer Seyfettin’in Yüksek Ökçeler adlı öyküsüne yer verilmiş. Yani kitabın her bölümü sürprizlerle dolu. Murat Menteş, röportajlarında kitabı “çok güzel bir kıza aşık olan genç bir adam, yine aynı kıza aşık başka bir adam ve bu ikisi arasındaki sert çatışma ve bütün bunlarla bağlantısı olan başka bir adamı anlatıyor” ifadeleriyle özetlemiş.

Biraz detaylandırmak gerekirse; kitap birbirine bağlanan beş hayatı konu ediniyor. Bu dünyadan ahirete göç etmek üzere olan bir mafya liderinin yerini Hayati Tehlike’ye bırakacağını öğrenen Abidin Dandini bunu hazmedememesi üzerine  ve Hayati Tehlike hakkında detaylı bir araştırma yaptırdıktan sonra ve kusursuz bir plan yapar. Bu planın harekete geçirilmesi ile birlikte bu  beş hayat birbirine hem tesadüfler sayesinde hem de Abidin Dandini’nin yaptığı plan sayesinde bağlanmış  olur ve geri dönülemez olaylar silsilesi başlar.

Kitabı okurken kelimelerin diziliminden ve  güzel betimlemelerden yazarın zaten belirli bir okuyucu kitlesi olan iyi bir şair olduğu da hissediliyor.  Ayrıca, kitabın her bölüm başlığının altında bulunan yazarlardan yapılan alıntılar da başlı başına okunmaya ve altlarının çizilmesine değer.

Kitaptan…

Bazı kayıplarımız, bizden başka şeyler de alır götürür. terk edilince umudumuzun bir kısmı da yiter mesela. mağlubiyet; özgüven ve azimden pay kapar. başarı ve ödül, tevazuyu tırtıklar…

insanın kalbi darmadağın olunca, kafası da karışıyor. mümkünse söylediklerimi unuturken, beni aklından çıkarma.

Aşk insanın sadece psikolojisini ve kimyasını değil; tarihini, müziğini, coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini, beslenme çantasının içindekileri, hayat bilgisini de değiştiriyor.

Şebnem, ipek fiyongu gülüşlü, kiraz sarkacı bakışlı, sıcak leylak şurubu sesli yarim, sensiz bu defolu evrende, kıt sonsuzluğun cefasını çekemiyorum. rodin’in bücürük heykeli gibi gece gündüz sen düşünüyorum. gezegenimizde hayat olduğunun en sağlam kanıtı sendin şebnem.

Şebnem bu akşam seni o ıskarta haydutla el ele, dudak dudağa gördüm. üç günlük dünyanın üçüncü günündeyim, dilime ilik açıldı, düğme dikildi, deli raporumun fotokopisi kulağıma zımbalandı sanki…

 

TEMMUZ

Madem İspanya Euro 2012’yi aldı, bu ayki kitap tanıtımımızı da İspanyol yazar Ana Maria Matute’nin Türkçeye Issız Cennet adıyla çevrilen kitabı “Paraiso inhabitado”ya ayıralım. 2010’da İspanyolca edebiyatın şahikası Cervantes ödüllü kitap, özünde küçük bir kızın büyüme öyküsü…

Kahramanımız Adri, vaktiyle çok daha iyi günler görmüş, mevki sahibi bir İspanyol ailenin 4. ve en küçük çocuğu… Ailenin dağılmak üzere olduğu bir atmosferde dünyaya geliyor. Dediğim dedik anne, ortada olmayan baba, kendi hallerinde ikiz ağabeyler ve şımarık abla… Küçük kızın kaçış yolu ise, malikanenin gözden ırak noktalarında vakit geçirmek, eşyalardan, sessizlikten hayaller kurmak, karanlıkta senaryolar üretmek. Koltuk arkasında ya da dolap içinde saklanırken duyduğu bölük pörçük konuşmalar, hayata dair ilk izlenimlerini oluşturuyor.

Kitabın ilerleyen sayfalarında, Adri’nin hayatına sessizce sokuluyoruz; ilk sosyalleşme, arkadaşlık, ilk aşk, ilk seyahat, ölümle tanışma ve hastalık gibi büyürken insanın başına gelebilecek haller kitaba ustaca yerleştirilmiş. Tabii arka fonda da İspanya iç savaşının acımasızlığı… Adri’yi kurtaran zamanın çok ötesinde yaşayan, diğer aile bireylerinin aksine onu dinleyen, eğlendiren teyzesi Eduarda oluyor.

Ben büyümenin her zaman can acıtan bir tarafı olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü belirli bir yaşa gelinceye kadar, olan biteni anlamaz, müdahale edemez, uzunca bir süre sadece seyirci kalırsınız. İçine doğduğum aile bakımından olmasa da yarı otistik çocukluğum, gizli saklı yerlerde saklanma merakımla, Adri ile aramda kayda değer benzerlikler buldum. Kitabın sonunda hikayenin bitmemesini de sevdim.

Lakin Issız Cennet, elbette bir Da Vinci şifresi değil, onun gibi büyük heyecan ve merakla ilerlemiyor. Usul usul, derin derin akıyor. Özellikle kadınlar, hem yetişkin, hem de potansiyel anne sıfatıyla mutlaka okumalı…

HAZİRAN

Kafka Tamura, daha on beş yaşındayken başına gelecek laneti engellemek için evden kaçıp sürekleyici bir maceraya atılır. Haruki Murakami’nin yarattığı karakterlerle tanıştığınızda duyduğunuz sempatiyi Kafka Tamura için de hemen hissediveriyorsunuz. Zira içinde bulunduğu yalnızlık, verdiği kararlara olan bağlılığı, hayata ve yaşadığı olaylara bakış açısı sizi bir anda kendisine yaklaştırıyor.

Tanıştığınız diğer karakterle birlikte tanık olduğunuz olaylar, sizde sonu gelmeyen şüpheler uyandırıyor ve bu süregelen esrarengiz olaylara elinizde olmadan kapılıveriyorsunuz.

Doğa üstü unsurlar hiç beklemediğiniz anda karşınıza çıkıyor ve dudaklarınızda tebessüm oluştururken kafanızda kocaman soru işaretleri beliriyor.

Kafka Tamura’nın evden kaçışı hem fiziksel hem de manevi bir yolculuğu beraberinde getiriyor. Yolculuk boyunca karşılaşılan her karakterde yaşanılan bu tecrübeye farklı bir değer katıyor; kitabın başında karşılaştığımız Karga karakteri gibi.

Kısacası, birçok ödüle layık görülmüş Japonya’nın önemli yazarlarından Haruka Murakami bizler için anlatması güç, okuması harikulade bir kitap yazmış.

Kitaptan…

‘Kehanet, karanlık bir su gibi, hep oradadır.

Normalde bilinmeyen bir yerde sinsi sinsi gizlenir.Fakat bir an gelir, sessizce çağlayarak hücrelerini birer birer dondurur: sen o zalim, taşkın suyun ortasında debelenip durursun. Tavana yakın havalandırma açıklığına tırnaklarınla tutunur, dışarının taze havasını içine çekmek istersin. Ancak gelen hava kupkurudur, sıcaklığıyla boğazını yakar. Su ve susuzluk, soğuk ve sıcak gibi birbirine ters unsurlar, aynı anda üzerine karabasan gibi çullanır.

 Dünyada bu kadar çok boş yer olduğu halde, var olabşleceğin, sana fazlasıyla yetecek ufacık bir yer bile bulamazsın. Sesleri aradığında, karşına çıkan sessizlik olur. Sessizliği arzuladığındaysa durmak bilmeyen kehanet başlar. O ses, zamanı geldikçe, senin kafanın içindeki gizli düğmesine basar.’

MAYIS

Bir insan kaç yaşında hayatının kışına girer?

Çağdaş edebiyatın önemli isimlerinden, tüm kitaplarını bir nefeste okuduğum, Paul Auster, 64 yaşında hayatının kışına girdiğini, roman tadındaki son (anı) kitabı “Kış Günlüğü”nde ifşa ediyor.

3 Şubat 1947’de doğumundan 2011 yılına dek yaşamında, belli ki iz bırakmış zaman dilimlerini kağıda döküyor, Auster, Kış Günlüğü’nde. Kendi hafızasının öngördüğü sırlamada ve yaşadığı mekânlardan, dahası hayatına değen ölümlerden yola çıkarak. Biraz dağınık ama oldukça detaylı ve daha da önemlisi samimi.

Her ne kadar Auster’ın kitabın sonuna dek kendinden ikinci tekil şahıs olarak söz etmesi okuyucuyu sevimsiz yabancılık hissi ile baş başa bıraksa da anlatımındaki açıklık, diğer kitaplarında olduğu gibi, okuyucuyu hikâyenin içine çekmeyi başarıyor.

Bir yazarın hayatına, hele ki beğendiğiniz bir yazar ise, bu denli, alenen, dâhil olmanın anlamlandıramadığınız utancı ve heyecanıyla bir bakmışsınız hikâyenin sonuna gelmişsiniz.  Yazarın sevişmelerine, evliliğine, korkularına, hastalıklarına, bütünde hayatına tanıklık ederken öte tarafta kendi hayatınızın muhasebesini yapmaya başlayacak olmanız da cabası.

Oldukça sıradan bir hayat ve bir o kadar sıradan ölümlerle baş başa bırakıyor yazar okuyucuyu. Öyle ki, kaç yaşında olursanız olun, kişinin önünde yaşayacak günlerinin geride bıraktıklarından daha az olmasının ağırlığı çöküveriyor üzerinize.

Auster hayatının kışına geçmişiyle yüzleşerek giriyor. Sahi, sizin hayatınızın kışı ne zaman başlıyor?

Kitaptan…

“Bunun hiç başına gelmeyeceğini, gelemeyeceğini, dünyada bunlardan hiçbirinin başına gelmeyeceği tek kişi olduğunu sanırsın; sonra tıpkı herkese olduğu gibi hepsi teker teker senin de başına gelmeye başlar.”

“… Senin yaptığın işi yapmak için yürümek şarttır. Sözcükleri aklına getiren, kafanda yazarken sözcüklerin ritmini işitmene yardımcı olan şey, yürüyüştür. Bir ayak ileriye, sonra öbür ayak ileriye, kalbinin çifte vuruşu. İki göz, iki kulak, iki kol, iki bacak, iki ayak. Bu, sonra şu. Şu, sonra bu. Yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir ve sözcüklerin anlamı varsa, bazen anlamlı olabilirlerse, sözün müziği anlamların başladığı yerdir…” 

“…Hepimiz kendimize yabancıyız, kim olduğumuzla ilgili algılarımız ise yalnızca başkalarının gözlerinin içinde yaşadığımız kadarıyla var…”

“Yataktan kalkıp pencereye giderken soğuk yer döşemesine çıplak ayaklarınla basıyorsun. Altmış dört yaşındasın. Dışarıda hava gri, neredeyse beyaz, görünürde güneş yok. Kendine soruyorsun: Daha kaç sabah kaldı?

Bir kapı kapandı. Bir başka kapı açıldı.

Hayatının kışına girdin.”

NİSAN

ANNEMARIE SCHWARZENBACH’IN HİKAYESİ: “O, öyle sevgiliydi…”

Bir kadın yazarın, Melania G. Mazzucco’nun kaleminden, bir başka kadın yazarın Annemarie  Schwarzenbach’ın hikâyesi bu. Ailesi tarafından bıraktığı izler silinmeye çalışılan ama araştırmacı Roger Perret vasıtasıyla ölümünden 45 yıl sonra hayata ikinci başkaldırışını gerçekleştirmiş bir kadının biyografik romanı.

İsviçre aristokrasisinin en önemli ailelerinden birinin kızı Annemarie. Nazilerin iktidara yürüyüşleri sırasında ailesinin aksine, antifaşist kimliğini insanların gözüne sokmaktan çekinmeyen bir kadın…

Thomass Mann’ın günlüklerinin harap meleği, yazarın çocukları Klaus ve Erika’nın tutkulu arkadaşı… Hayat mücadelesine annesi ile başlamış, kimine göre lezbiyen, kimine göre şizofren, kavgacı bir kişilik.

Ailesinin yanı sıra döneminin ahlaki, sosyal ve siyasal yapısına da tamamen ters bir hayat yaşamış; uyuşturucu bağımlılığı ile mücadele etmiş, şizofreninin kıyılarında dolaşmış, Amerika’dan Kongo’ya, Portekiz’den Afganistan’a yaşamının her karesine başkaldırı yerleştirmiş sıra dışı bir karakter, bir gezgin…

Adını Rainer Maria Rilke’nin aynı isimli şiirinden alan biyografik romanda Annemarie’nin 34 yıllık hayatına sığdırabildikleri Mazucco’nun kurgusuyla su gibi ilerliyor yüzlerce sayfa boyunca.

Kitaptan…

Birkaç ay evvel olsa, on ikiden önce ne güneş yüzü gösteren ne de gülümseyen bir gökyüzüne sahip olan Mbanza-Ngungu’daki uyanışları, üzüntü içinde renksiz ve karanlık bulurdu. Ama şimdi bunu fark etmiyordu bile. Aylar önce kendisine tren gürültüsü gibi sağır edici gelen sağanak yağmur sesini bile fark etmiyordu. Uyumaya gitmiyor ve gün doğduğunda, daktilonun üstüne yatmış, başı daktilonun üstüne düşmüş oluyordu. Sözcükleri sessizliklerinden söküp almaya çalışıyor, yazdıkça yazmak istiyordu. Ne yorgunluk ne doygunluk hissediyor, ne uyarıcıya, ne uyuşturucuya ne de likör bile olsa içkiye ihtiyaç duyuyordu. Belki de o an gerçekten bir şeylerin bitmiş olduğunu, artık daima clean olduğunu hissetti. Uyuşturucusu yazıydı: Yazmak sersemletebilir, aklı bulandırabilir, iyileştirebilir, ifşa edebilir, yanılsamalara kaptırabilir, teselli edebilirdi. Yazarak yaşıyordu – yaşayarak yazıyordu. Bundan başka bir şey yoktu artık.

MART

RESSAMIN ELKİTABI

Malumunuz Nobel ödüllü Portekizli yazar José Saramago’nun ölmeden önce yazdığı son kitabı Kabil, kitapçı vitrinlerinde yerini aldı. Bu vesileyle, size “Kabil”den değil de benim yazarın daha önce okuyup çok beğendiğim “Ressamın Elkitabı”ndan bahsetmek istiyorum.

Kitap, sıradan bir ressamın, bir iş adamının portresini yapmak üzere sipariş almasıyla başlıyor. Ressam H (kitapta hiçbir şekilde ismi öğrenemiyoruz) bu siparişle birlikte yeteneklerini ve yaşamını sorgulamaya başlıyor ve sipariş resmin bir kopyasını yaparken bir günlük yazıyor. Kitabın sayfalarını çevirdikçe, Ressam H’nin arkadaşlarını, kadınlarla ilişkilerini, kendi kendini didiklemesini okuyoruz. Fonda da Portekizli diktatör Salazar iktidarının devrilmesinin ayak sesleri… Misal, Lizbon’un ikonik görüntülerinden 1966 yılında tamamlanan kırmızı asma köprünün ilk adı Salazar Köprüsü iken, iktidarın 25 Nisan 1974 yılında devrilmesiyle adı, “25 Nisan Köprüsü” olarak değişiyor.

2000’li yılların başında Lizbon’a yaptığım seyahatte Portekizliler için ilk izlenimim ne kadar asık suratlı bir millet oldukları ve kavgacı taksi şoförleriydi. Komşuları İspanyollarla uzaktan yakından ilgisi olmayan insanlar diye düşünmüştüm. Kitabı okurken de başta ressamımız olmak üzere, diğer kahramanların yaşama biçimleri ve hayata karşı duruşları bende aynı yabancılık hissini uyandırdı. Demek ki içine doğduğumuz dünya ve çevremiz bizi şekillendirmekte sandığımızdan çok daha etkili… Ve bu durumda başka hayatlar yaşayanlara saygı göstermeyi öğrenmek, kalıpların dışına çıkmak için de kendimizi zorlamak gerek; bu bazen alıştığımız konforun kaybedilmesi anlamına gelse de… Nitekim kitabın sonlarında kahramanlarımızın başına gelenler, tıpkı başka coğrafyalardaki değişim dönemleri gibi sebebini anlamadığımız ölümler, tutuklanmalar…

Ağır ritmli ve dikkatle okunması gereken, yaşam biçimine ve tarihine yabancı olduğumuz Portekiz’i anlamak için ipuçları barındıran kitabın bana göre en büyük sürprizi, ressamımızın İtalya gezi notları. “İtalya sadece İtalyanlara değil, tüm dünyaya verilmiş bir armağandır” sözleriyle bu ülkeye duyduğu hayranlığı dile getiren Saramago, Milano, Venedik, Floransa, Bologna, Siena, Padova, Roma, Napoli gibi şehirleri bir ressam ve yazar gözüyle anlatmış. Yakın zamanda İtalya’ya seyahat planlayan gezginler, hem gitmeden hem de döndükten sonra bu kitabı okumalı…

Ressamın Elkitabı, José Saramago okumaya başlamak için en doğru seçimlerden biri…

ŞUBAT

KENDİNİ GÖLGELEMEYİ BAŞARMIŞ BİR YAZARIN BAŞYAPITI: “ONCA YOKSULLUK VARKEN”

Yıl 1975…

1975 yılında Fransa’nın en büyük edebiyat ödülü olan Goncourt Ödülü “Onca Yoksulluk Varken”  kitabıyla dönemin genç yazarlarından Emile Ajar’a verilir. Bir yazara birden fazla verilmeyen bu ödülü Emile Ajar almaya gitmez ve geri çevirir.

Yıl 1956…

1956 yılında Cennet’in kökleri romanıyla aynı ödüle layık görülen Romain Gary, Jean Paul Sartre tarafından büyük övgülerle edebiyat dünyasındaki yerini alsa da, bir süre sonra Fransız edebiyat çevrelerince “çaptan düştüğü” iddia edilir ve “zamanı geçmiş bir yazar” olarak adlandırılır.

Yıl 1975…

Basın, Goncourt ödül ünü geri çeviren Emile Ajar’ın peşine düşer, Emile Ajar’ın Roman Gary’nin yeğeni olduğunu ortaya atar. Bu sırada edebiyat eleştirmenleri Emile Ajar’ın Romain Gary’den çok daha iyi bir yazar olduğunu iddia eder.

Yıl 1980…

Romain Gary, 1980 yılında hayatına son verir ve ardında yazılı bir açıklama bırakır. Ölümünden sonra açılan bu yazılı açıklamada Emile Ajar takma adıyla ‘Onca Yoksulluk Varken’,’ Kral Salomon’un Bunalımı’  ve ‘Yalan Roman’ adlı romanları kendisinin yazdığını belirtir. Bu açıklama, Fransız ve dünya edebiyat çevrelerini alt üst eder.

“Onca Yoksulluk Varken” kendini gölgelemeyi başarmış bir yazarın mutlaka okunması gereken başyapıtı. Bir hayat kadınının oğlu olan Arap bir çocuğun fahişe çocuklarına bakan Yahudi Madam Rosa ile birlikte geçirdiği yalnız ve yoksul bir hayatı anlatıyor.  10 yaşındaki bir çocuğun gözünden ‘insan olmayı’ ve her şeye rağmen ‘insan kalmayı’ okuyacaksınız. Üstelik kitabın sonunda, Romain Gary’nin ölmeden önce edebiyat eleştirmenlerini alt üst eden açıklamasını da bulabilirsiniz.

Kitaptan…

“Bana hep garip gelen, gözyaşların doğmadan önce programlanmış olmasıdır. Bu demektir ki ağlayacağımız önceden saptanmış. Bunu hiç düşündünüz mü? Kendine saygısı olan hiç bir yaratıcı yapmaz bunu.

“Karabasanlar, düşlerin yaşlanmasıdır.”

“Yaşlıların en çok akıllarında kalan şey gençlikleridir.”

“Kimse kendini tek başına mutsuz hissetmek istemez.”

“Yasalar, başkalarına karşı korunacak bir şeyleri olan kişileri korumak için yapılmıştır.”

“O kadar çok ağlıyordu ki, çişim geldi.”

OCAK

Mektupla Gelen Bayram
YÜKSEL ARSLAN-FERİT EDGÜ MEKTUPLAR 1957-2008, Kitap Yayınevi

Telefonun zar zor bağlandığı, internetin olmadığı bir zamanda iki uzaklığı birleştiren ve dostluğu canlı tutan tek araç, mektuptu. Yüksel Arslan ve Ferit Edgü’nün 70’li yıllardan 2008’e kadar geçen zamanda birbirlerine yazdıkları mektuplar, onların dostluklarının ve sanatçı kaygılarının yanında, Paris ve İstanbul ekseninde bir döneme de tanıklık edeceğimiz bir dünyanın kapılarını aralıyor.

Yüksel Arslan, Paris’te; Ferit Edgü ise İstanbul’da. İki sanatçının paylaştığı dünya, bu mektuplarla ortak bir dil kurmalarını sağlamış. Muzur bir dil, akıllı bir dil, eleştirel ama merhametli, özlemli ama gerçekçi bir dil… Birbirleriyle paylaştıkları yeni bir kitabın heyecanı, çağın değişimi ve bu değişimin onların üzerinde bıraktığı izler, dünyayla paylaştıkları duyarlılık, mektubun samimiyetiyle bize ulaşıyor. Ferit Edgü’nün dediği gibi “Yazı demek yalnızlık demek. Ama iki yazı, iki yalnızlık değil de bir birlik demek”.

Kitaptan…

“Bu Batı kültüründen ben alacağımı aldım (senin de çok iyi bildiğin). G. Bataille’ın, ‘kendimi çürümüş hissediyorum ve dokunduğum her şey çürümüş’ sözüne inanmayalı yıllar var (nedenini sen bilirsin). Umudum var, hem de çok, ayrıca ‘Batı kültürü’ önünde hiçbir saplantım yok. Kitap Ada Yayınları’nda, İstanbul’da Baba Türkiye’de çıkar.” (Yüksel Arslan, 61)

 “Aslında saçkıran dışında bir sırrınız olduğunu da pek sanmıyorum. Ya da varsa, onları eşşek cennetine beraberinizde götüreceksiniz ki, orada sizinle karşılamayacağım için bunları hiçbir zaman (çok şükür) öğrenmemiş olacağım.” (Ferit Edgü, 166)

 ‘Kalın ve zengince bir yazı yazman sevindirir beni. Çünkü ‘Bir Dönem’ değil! Dönme Dolap! Eyüp mezarlıklarında yakalanmış bir Arslan yavrusunun, bugün yaşlanmış, uysallaşmış haliyle Paris Hayvanat Bahçesi’ne düşüşüne kadar, tüm dönemlerini ve maceralarını içeren, bir kittap! (Mukaddes ve karides) – (Ferit Edgü, 130)

Yorum bırakın